12 Temmuz 2010 Pazartesi

Ne zaman olacak diye bekliyordum??


Ronaldino şimdi de Galatasaraylı oldu. Bakalım bu gidişle en sonunda ne fener alabilecek ne de Galatasaray :)) bursa bu sene de şampiyon olursa Ronaldino'yu getirir demedi demeyin...

29 Haziran 2010 Salı

Avrupa neden çöküyor? Sorun maddi mi, kültürel mi?


BU soruya ekonomik-sosyal ve ekonomik cevap arayışım devam ederken, dikkatimi en çok çeken tespiti, İngiliz Marksist tarihçi Eric Hobsbawm‘ın çalışmasında buldum. Şöyle diyor Hobsbawm: “Avrupa coğrafi bir birim olmaktan çok, entelektüel bir kurgudur.” Çok önemli ve bence Francis Bacon‘ın 1600’lerin başında ilk defa ortaya attığı “biz Avrupalılar” cümlesini 1900’lerde tamamlayan bir “saptama”!
Sevgili dostlar, şimdi “çöken Avrupa gerçeğini” bu tespitten yola çıkarak sorgulayalım ve soralım; Bulgaristan, İsveç, Kıbrıs Rum kesimi ve birçok ülke “din harici hangi ortak entelektüel” kurguda birleşebilirler, “union yani birlik” olabilirler? Olamazlar! Avrupa’nın “bir olamadan çökme yoluna girmesinin” de altında bana göre bu “gerçek” yatar!
Sonuç: Daha önceki yazılarımda “merkez bankası ve ordusu olmayan bir birlik olamaz” demiştim. Şimdi bir cümle daha ekliyorum: “Merkez bankası, ordusu ve en önemlisi entelektüel kurgusu olmayan” bir BİRLİK tesis edilemez! Bu noktada aklıma bir soru daha geliyor, onu da yarın tartışalım: “Entelektüel ortak kurgusu” olmayan ülkeler tek parça kalabilirler mi?

Bize Arapları Camus’nün gözüyle anlattılar !

1946 sonrası Türkiye’de “Arap düşmanlığı” artar. Aslında olayın özü sadece Arap düşmanlığı değil, “Türkiye’nin petrol ve gaz zengini topraklar ve yakın komşular” ile arasına set çekilmesidir! Üretmek yerine “Batı Bloku’ndan borçlanan” Türkiye, enerji kaynaklarına da Batılı şirketlerin aracılığıyla ulaşmalıdır ve amaca da kolayca ulaşılır!
Sevgili dostlar, yıllarca “İran’ın ne kadar öcü”, “Arapların nasıl pis ve beraber olmaya tahammül edilemez insanlar” oldukları propagandası altında kaldık! Londra’nın en iyi yerlerini Araplara satan İngilizler, Türkiye’de tam tersini savundurttular. İran’a “nükleer reaktör” satan Fransa, Almanya ve hatta el altından “savaşı destekleyen” Amerika, Türk halkına “İran sizi yer” şiiri okuttular! Uzun lafın kısası; bize Arapları Camus’nün “Yabancı’sındaki sadece Araplar” olarak “pazarladılar” ve bugün ortaya atılan “sıfır sorun” politikasını “elli yıldan fazla” engellediler.
Sonuç: Arap hayranı veya Pers âşığı değilim. Hatta “ilk tercihim de değiller” ama gerçekleri de görmem gerektiğinde “tek dişi kalmış Batı’nın propagandasından” kurtulmayı da birey olarak bilirim! Türkiye’nin Ortadoğu politikası her şeye rağmen doğru ve “yılgınlığa kapılmadan” mutlaka uygulanmalı!

Evlerin altında içkili yer olmaz


BOĞAZ’da “müzik tartışması” Murat Bardakçı‘nın “Neden 23.59?” sorusuyla daha da şiddetlenirken, konuya bir halka daha eklemek ve özellikle Bağdat Caddesi’ndeki “barlar sokağı” ile “en kötüsü” noktasına varan “ailelerin oturduğu evlerin altında içkili mekân” noktasına değinmek istiyorum.
Sevgili dostlar, bu konu bence “çok çok önemli” ve rahatsız edici! Bu mekânlar açılsın ama “planlanan bölgelerde” yer alsınlar. Bir örnek vereyim; kadıncağız çocuğunun elinden tutmuş evine gidiyor, giderken apartmanların altında yola uzanan masalarda kafayı bulanların arasından geçmek zorunda kalıyor! İstanbul’a bu “başlıklarda çok ciddi” bir disiplin lazım! Haydi “güçlü devletimiz” göster kendini... Daha doğrusu “Devlet otoritesini” kullanan hükümetimiz, göster iradeni ve “kamuoyuna” aldırmadan “düzenle” gerektiği gibi...

Yiğit BULUT

28 Haziran 2010 Pazartesi

‘Derin İran’ ile Amerika 1953’ten sonra hep kavgalıydılar!


İRAN’ın “normalleşme” sürecinin bugünden yarına olabileceğini düşünüp Türkiye’yi içeride ve dışarıda “iran’a el atmakla” suçlayanlar, çok önemli bir gerçeği gözden kaçırıyorlar; 1953’teki Kermit Roosevelt yönetimindeki Musaddık darbesi ve 1979’daki İran İslam devrimi iki ana temel “referans” olarak alındığında, iki devletin hatta Amerikaİngiltere’nin oluşturduğu Anglo-Sakson yapı ile İran’ın arası asla düzelmedi. Neredeyse son 60 yıldır olmayan bir hafta veya bir yılda da olmaz!
Sevgili dostlar, İran, 1950’lerden sonra Batı odaklı sistemin “sorun çıkaran kötü parçası” olarak dialektik içinde yapılandırılırken normalleşmesi yönünde hiçbir adım da atılmadı. Tam tersi II. Dünya Savaşı sonrası en büyük “ikinci Amerikan sermaye girişinin” yaşandığı Fransa, sattığı teknoloji ve silah sistemleriyle bu ülkeyi her zaman raydan çıkarma görevini üstlendi. Amaç; “diğerleri ile anlaşabilen bir ülke değil, savaşa varan kutuplaşmanın üstünden” yaratılabileceği bir yapının ortaya çıkarılmasıydı. Bu anlattığım sürece tek istisna, Cumhurbaşkanı Hatemi döneminde 1997-2005 arasında denenen diyalog tesis etme girişimleriydi ama bu girişim de 11 Eylül projesinin altında ezildi, gitti.
Bu noktada özellikle siyasi ve ekonomik analizlerde kullanılabilecek bazı önemli tarih ve notları sizlerle paylaşmak istiyorum:
1- 1953’te CIA ajanı Kermit Roosevelt‘in örgütlediği darbe ile Musaddık devrildi! Amerikan ve İngiliz petrol şirketleri derin bir nefes aldılar!
2- 1953-1979 arasında özellikle darbenin hemen sonrasında İran yönetimleri ABD ve İngiltere odaklı Anglo-Sakson yapı tarafından zaman zaman manipüle edilirken, bu girişimler “halk damarında” derin bir etki yaratmadı! Yönetimler Amerika’nin istediğini yapsa bile dipten gelen dalga asla kesilmedi!
3- 1979’da iş koptu ve “Amerika’nın istediği yönetim kalacaksa, rejim de değişsin” tezi eyleme döküldü ve Anglo-Sakson etkiden kopma dalgası “dünyadan ayrı düşme” fırtınası ile son buldu! Bu dönemde bile Fransa başta olmak üzere özellikle Irak-İran savaşını destekleyenler nükleer teknoloji dahil İran’a satmaya devam ettiler. Bir not düşelim: Kasım 1979’da İranlı öğrenciler Tahran’daki Amerikan Elçiliğini basarak içeridekileri rehin aldılar ve eylem bir yıldan fazla sürdü. En önemlisi bu rehineleri kurtarmada başarısız bir operasyon deneyen Carter, takip eden seçimlerde Reagan‘a karşı yenildi.
4- 1996 yılında ABD Kongresi Libya-İran çizgisini çekmiş ve yaptırım tezini deklare ederek, bu ülkeleri izole etme çalışmalarını son noktaya taşıdı!
5- 2002 yılında İran’ın özellikle Alman ve Fransız şirketleri öncülüğünde Natanz’da uranyum zenginleştirme ve Arak’ta ağır su tesislerinin olduğu ortaya çıktı. Burada da bir not düşmem gerekli: Buşehr Nükleer Güç merkezi ve İsfahan Uranyum tesisleri yine Avrupa merkezli teknoloji ile 1974’ten sonra kurulmaya başlanan ve sonrasında Rus desteğiyle tamamlanan yapılardır. 11 Eylül saldırısı sonrası bölgeyi yeniden tarayan Amerikan uyduları bu tesisleri 2001-2003 arasında ortaya net olarak çıkardı!
6- 2001 Eylül sonrası geliştirilen ve 2006’da yeniden açıklanan Amerikan Güvenlik Tezlerinde “İran öncelikli tehdit” olarak tanımlanmış ve hemen ardından Ahmedinejat 1970’lerde başlayan yolda İran’ın 2006’da artık uranyum zenginleştirmeyi tek başına başardığını açıkladı ve “İran’a yapılacak en küçük bir saldırıya dünyanın her yerinde cevap vereceğiz” diyerek Amerikan belgelerine karşılık verdi!
Sonuç: Bugün Amerika’dan Slovenya’ya yapım aşamasında olanlar dahil 500 nükleer reaktör ve daha fazla sayıda yan tesis var! Ama ne hikmetse onların ne yaptıklarından çok İran’- ın ne yapmaması gerektiği üzerinden sert bir ayrışma ve sistem için diyalektik oluşturuluyor! Anglo-Sakson güçler ve onların dünyası için İran “kötü adam” ve sistemi yürütebilmeleri için kötüye ihtiyacı olduğu sürece de böyle bırakılmaya devam edecek. Bu bilgiler sonrası “takas anlaşması” imzalayan Türkiye’nin “birilerine göre neye çomak soktuğunu” bir daha düşünün!

Yiğit BULUT

23 Haziran 2010 Çarşamba

Artan Terör Olayları Konusunda Düşünceler


Aslında televizyonda naklen verilen şehit cenazelerini gördükçe üzüntümü ve öfkemi içime atıp bir şey yazmamaya karar vermiştim ama dayanamadım. Herkesin sorduğu gibi neden son zamanlarda PKK bu kadar azdı diye düşünmeden edemiyorum bende. Tabii bunun bir çok sebebi vardır, her vatandaşa göre. Ama, bende bana göre olan nedenleri sıralamak istiyorum, bölgeyi bilen bir insan olarak ve içim kan ağlayarak.
Hükümetin ikinci dönem seçildikten sonra silahlı kuvvetlere yönelik uygulamış olduğu yeni stratejisinin ayrılıkçı Kürtler için ekmeğine yağ süren bir durum oluşturduğuna kimsenin şüphesi yoktur herhalde. Güneydoğu’da Hakkari’nin derinliklerinde, Irak ve Suriye sınırlarında görev yapan komutanlar aldıkları büyük sorumluluk nedeniyle bir tek vicdanları ve emrindeki askerlerinin güvenliğini sağlayarak, fedakarca vatana hizmet etemekten başka birşey düşünemezler. Bulundukları ortam zaten buna müsaade etmez. Gece gündüz uyanık bulunmak ve atak olmak zorunluluğu vardır. Görev esnasında bir takım aksaklıklar olabilir. Ama bu fedakar insanları aradan birkaç sene geçtikten sonra tutuklar ve medyada sen Güneyde şunları yapmışsın diye bir hain gibi afişe ederek adalet önünde suçlu duruma düşürerek ilan ederseniz, ileride bu görevi layikiyle yapacak komutanları bulamayacak duruma getirirsiniz. Atanan bütün komutanlar, aman içeride kalayım da kazasız belasız şu bir kaç seneyi savuşturayım diye düşünürler. Ben bu yaklaşımımla halen bu şekilde hareket ediliyor demek istemiyorum ama, bu durumun olmayacağını da kimse iddia edemez diye düşünüyorum.
Bir diğer realite ise, Açılım konusunda olmuştur. “Açılım, açılım” diye yer gök inlemiş ancak, somut herhangi bir plan olmadığı için ortaya Irak’ın Kuzeyin’den ellerini kollarını sallayarak gelen ve kendi propagandalarını yapan birkaç kişiden başka bir şey konulamamıştır. Bu durumda İmralı’da bulunan bölücü başı Öcalan ben adamlarımı zaptedemiyorum serbest bırakıyorum diyerek, bundan yaklaşık iki ay önce silahlı hareketin başlaması için talimat vermiştir. Bu duruma karşı Hükümet Irak’ın Kuzeyindeki yönetimin başı ile Ankara’da görüşmesine karşın, PKK’nın desteğinin kesilmesine ve Kandil’den veya diğer üslerinden çıkarılmasına yönelik somut bir söz alamamıştır. Barzani çözümün barışçı yollarla olaması konusunda tavsiyede bulunmuş gibi görülmektedir.
PKK ise stratejisini değiştirerek, artık yanlız Güneydoğu’da değil Türkiye’nin her tarafında var olduğunu kanıtlamaya yönelik olarak, Türkiye sathında muhtelif eylemlere başlamış ve dünkü baskın dışında iki hafta içinde 30’dan fazla şehit verilmesine neden olmuştur. PKK’nın bu eylemlerde vermek istediği mesaj şu şekilde okunabilir.
· İnisiyatifin kendisinde olduğunu vurgulamak suretiyle hükümete, ben istediğim yerde istediğim anda ve şekilde eylem gerçekleştirebilirim demektedir.
· Bu şekilde hareketle yurt sathında teşkilatlanmış olduğunu ve yeterli güç ve desteğe sahip olduğu intibağını vermek istemektedir.
· Yapmış olduğu eylemlerle, yurt sathında infial yaratarak, Kürt vatandaşlara karşı şehirlerde halk tarafından eylemler yapılmasını sağlayarak, iç çatışmalara zemin hazırlamak ve
· böylece Dünya’nın ilgisini kendi ideallerini gerçekleştirmeye doğru üzerlerine çekme stratejisini uygulamaya koymuş gibi görülmektedir.
· PKK bu suretle, bir taraftan Güneydoğu’da kırsal alanda eylemlerine devam ederken, diğer taraftan şehirlere ve Kuzey’deki sakin bölgelere eylemlerini kaydırarak, bir nevi şaşırtma taktiği uygulamakta ve silahlı kuvvetleri ne yapacağını bilemez bir durumda bırakarak, hükümeti acz içine almayı amaçlamaktadır.
Bu arada PKK’nın bu eylemlerine hükümetin dış politikadaki uygulamalarından kaynaklanan ve özellikle, İsrail’e karşı tutunmuş olduğu tavır paralelinde içeride popülist söylemlerinden kaynaklanan açıklamalarının büyük destek verdiğini söyleyebiliriz. İsrail’in siz PKK’a bakın yanıtına, PKK ile Hamas aynı şey değildir, Hamas kendi yurdunun bekası için uğraşıyor şeklinde bir yorumda bulunulunca, PKK’da “bizde Hamas gibiyiz” diyerek, bunu ispat için eylemlerini arttırmıştır şeklinde bir değerlendirme yapmaktan kendimi alamıyorum.
Dış politikada proaktif bir strateji uygulamak ve Ortadoğu’da mevcut konjönktür içinde Türkiye’nin etkin bir politika uygulaması konusunda kimsenin bir itirazı olduğunu zannetmiyorum. Ancak, Kandil dağı’na neden gidilemiyor sorusuna cevap bulmak için Barzani’nin son Ankara ziyaretindeki açıklamalara bir bakmak gerekmektedir. Barzani PKK ile ters düşerek kendisine bir hasım yaratmak istememektedir. Sonra neden istesi ki? PKK nedeniyle Türkiye her zaman kendisine muhtaç bir durumda bulunacak ve her zaman talepte bulunulan bir makampozisyonunu elinde bulundurabilecektir. İleride herhangi bir konuda masaya oturulduğunda Türkiye’den gelecek her türlü isteği, ama bende bir koz var dolayısıyla bu isteğinizi yumuşatın diyebilecektir.
Kandil dağlarına harekat yapma olasılığımızı 1 Mart teskeresinin ret edilmesiyle birlikte kaybettiğimizi düşünmekteyim. Eğer teskere geçerek, ABD Türk Irak sınırından girseydi, Türk birlikleri de arkasından girerek, temizlik harekatı ile bölgenin kontrolünü yapacaktı. Bu Türkiye’nin Kandil dağlarına kadar uzanması fırsatını yaratacaktı elbette. Birliklerimiz bir şekilde Kandil dahil, bütün Kuzey Irak’ta PKK üs ve unsurlarını kontrol ve temizleme imkanına sahip olacaklardı. 2003’den bugüne kadar geçen 7 yıllık süre içinde herhalde bütün bu sorunlar minimum hale getirilebilirdi. Şimdi size kim müsaade eder Kandil’e gitmek için, ne için kendileri de müdahale etsinler. Tamam yaparım, ederim diyerek bir oyalama taktiği ile işi sürüncemede bırakarak, ihtiyaç duyduğu anda koz olarak ileri sürmek oradaki yöneticiler için son derece mantıklı bir hareket tarzı olarak düşünülmektedir.
Bir diğer konuya da değinmeden edemeyeceğim. Türkiye -Irak Sınır güvenliği ile ilgili sistemlerin kurulmasında zamanında ciddi çalışmalar yapılmıştır. Elektronik konusunda uzman bir yerli savunma sanayii şirketinin, TSK ile işbirliği ile altı ana giriş noltasının tespit edildiği ve bunlardan birinde pilot uygulama yapılarak, sensörlü sistemlerin kurulduğu bilinmektedir. PKK kurulan sistemi bildiğinden muhtemelen bu geçişi kullanmaktan vazgeçmiş ve diğer geçişlere yönelmiştir. Ancak, bizim uzmanlar, bu sistemler bir şey göremiyor, işe yaramıyorlar diyerek uygulamayı durdurmuşlardır. Geçiş kullanılmaz ise, sistem nasıl görsün ki? Konunun yeniden ele alınarak, gözetleme ve ikaz sistemlerinin diğer beş geçiş noktalarına da konulması ve bunun ateşle yani aktif birliklerin konuşu ile desteklenmesi hal tarzının tekrar ele alınması gereklidir diye değerlendirmekteyim.
Olayların durulması için ne yapılması konusunda her kesimden uzmanların beyin fırtınası şeklinde muhtelif önerilerde bulunduğunu görmekteyiz. Benim önerilerim ise,
Ø Öncelikle orada görev yapan silahlı kuvvetler ve diğer güvenlik kuvveti mensuplarına, hükümetin gerekli güvenceyi vermesi,
Ø İç politikaya yönelik popülist söylemler konusunda psikolojik harp, halkla ilişkiler gibi unsurların son derece iyi değerlendirilerek, ortaya çıkabilecek gelişmelerin öngörülmesi ve buna göre söylemin şekillendirilmesi,
Ø Açılımın artan bir şekilde süreceği ifadelerinin artık somut bir şekilde ortaya konulması ve hem siyasi kanadın hem de PKK tarafının yaklaşımının tartılması ve buna göre yeni stratejiler tespit edilerek Dünya’nın desteğinin sağlanmaya çalışılması,
Ø ABD ile ilişkilerin rayına oturtulması ve Irak’ın kuzeyindeki yönetime baskı yapılması suretiyle PKK’nın oradaki varlığına kayıtsız şartsız son verilmesinin yolları aranması,
Ø Olayların yurt sathına yayılmasının önlenmesi için hedef olabilecek şehir ve bölgelere münferit giriş ve çıkışların dahi kontrol edilmesine yönelik tedbirler alınması,
Ø ABD ve AB’ne Türkiye’nin eksen kayması gibi bir niyetinin olmadığının kesin bir şekilde iletilmesi, şeklindedir.
Ø PKK’nın dünya kamuoyunda kendisini Hamas ile özdeşleştirmesine yönelik her türlü girişimi ve bu girişimlerini engelleyecek tedbirlerin öngörülmesi ve belirli bir program dahilinde uygulanması şeklindedir.
Hükümetin Gazze ile birinci derecede ilgilenmesi mutlaka çok iyi bir şeydir. Ancak, içeride her gün onlara yakın evladımızı şehit veriyorsak, komşularla ilgilenmeye ara vererek, artık kendi evimize dönmeliyiz ve bu konuda çaba sarf etmeliyiz. Zaten yapılan bütün bu eylemlerin ana amacı da; Türkiye’ye sen önce kendi sorununa bak, sonra başkaları ile uğraşırsın mesajını vermek olarak ifade edilebilir.

Dr. Serdar Erdurmaz

http://www.turksam.org/tr/a2090.html

Bir taraf savaşıyor bir taraf eğleniyor! Burası neresi?


TERÖR, bu yazıyı yazmamdan saatler önce yine beş canımızı bizden aldı...
Dört askeri personelimiz görev yerine giderken, bir genç kızımız da servis aracında olduğu için aramızdan ayrıldı.
Sevgili dostlar, bu olay olduktan sonra haber kanalları “normal” yayınlarına devam edip detayları aktarmaya çalışırken, “eğlence kanallarında” yapılan programlarda kimse “bana mısın” demedi.
Türkiye’nin bir bölümü gülmeye, eğlenmeye, konukları eşliğinde şarkı söylemeye devam etti. Hatta tam yazıyı yazdığım şu anda, “devlet kredisi ile satılan bir kanalda”; zurnalı, zilli tempo hiç düşmeden devam ediyor... Diğer bir kanalda da durum farklı değil; askere gitmemiş bilmem kimin aldığı yeni teknesiyle, Göcek’te nasıl kaçamak yaptığı fotoğraflar eşliğinde anlatılıyor. Dedim ya; ülkenin bir bölümünde savaş havası var, bir taraftakiler de “neyi, nasıl götürürüm” derdinde! Daha da vahimi; binlerle ifade edilen kişinin hayatı “milyonların özentisi haline” gelmiş ve “medya sayesinde getirilmeye de” devam ediyor...
Sevgili dostlar, böyle ülke, böyle bütünlük, böyle beraberlik olmaz! Bir tarafı sömürülen, insanları öldürülen ve geri kalanlarının “umurunda olmadığı” bir “topluluk”, ülke olamaz!
Sonuç: Türkiye “topyekûn” bir saldırı altında ve birileri “malı götürürken”, birileri “canları, kanları” pahasına bu ülkeyi savunmaya çalışıyor. Bu böyle gitmez! Bu ülkenin “fertleriysek, bileşenleriyiz”, ya hep birlikte olacağız ya da bu kafayla çok yakında “istesek de olamayacağız”! Uyan Türkiye!
Son söz: Yazımı “anlamını bozmamak” için uzatmayacağım. Bölünmüşlüğümüz, aldırmazlığımız, birbirimize duyarsızlığımız böyle devam ederse inanın “terörden daha tehlikeli” bir süreçle karşı karşıya kalacağız. Uyanalım ve “Bize neler oluyor” sorusuna cevap arayalım.

Kamuoyu oluşturanlar süratle bir araya gelmeli!

TERÖRÜN stratejisi çok açık ve net: Her gün bir eylem ve gün boyu bunun yankıları ile toplumu yıpratmak. Başlayan süreç birkaç eylemle bitecek gibi de görünmüyor. Türkiye, 2007 sonrası attığı adımların “karşılığını ödetmek isteyen” organize iç-dış güçlerin birleşik saldırısı altında. Türkiye istedikleri noktaya gelene kadar da “saldırı artarak” devam edecek. Bu noktada siyasi otoriteden muhalefete, muhalefetten basına, hepimize çok önemli bir görev düşüyor: Türk halkını maddi saldırının ikincil etkilerinden korumak.
Sevgili dostlar, bu gerçekten yola çıkarak “kamuoyu oluşturma” gücü veya “oluşturma dinamiğine katkı yapan” her “parçaya” sesleniyorum: Acil olarak bir araya gelelim ve yaşayabileceğimiz zor günler için ortak bir “algılama-tepki” mekanizması oluşturalım. Her şey “oy veya reyting” değil. Hatta içinden geçtiğimiz süreç; “ne oy, ne de reyting” düşünmek için hiç ama hiç uygun değil!
Sonuç: Biz Habertürk TV olarak “kriterlerimizi” aynen daha önce Ağca olayında olduğu gibi tanımlayıp yolumuza devam edebiliriz ve bunu da yapacağız. Bunu yapmadan, “ortak bir algılama-tepki” dinamiği oluşturabilirsek umudu içinde bu çağrıyı yapmak istiyorum. Gelin “birlikte” yapalım, ülke adına çok geç olmadan!

Yiğit BULUT

22 Haziran 2010 Salı

Türk Yapımı İşletim Sistemi

2003 yılının önemli bir bölümünde ulusal bir dağıtımın gerekliliği, dünyada benzer uygulamalar, yazılım endüstrisinin mevcut durumu ve eğilimleri araştırıldı. Ülkenin bilgi teknolojisi alanındaki insan kaynağı, yerel yazılım sanayinin yetenekleri ve rekabet unsurları incelendi. Tüm bulgular ışığında, 2003 yılı Yazı’nda, bir ulusal işletim sistemi dağıtımı oluşturmanın yerinde bir karar olduğu sonucuna varılarak somut düzeyde planlama işine girişildi.



Mevcut işletim sistemleri, başta Linux olmak üzere incelendi, açık kaynak yazılım metodolojisi ve felsefesi ayrıntılı olarak çalışıldı. Hedef, bir dağıtım oluşturmanın ötesinde, bu dağıtımı sürekli kılabilecek organizasyonel yapıyı da kurmak olduğundan yazılım endüstrisinde, özellikle açık kaynak çerçevesinde, kullanılabilecek iş modelleri irdelendi.

Bu incelemeler sonrasında, 2003 yılı Güzü’nde, Linux temelli, açık kaynaklı, olabildiğince GPL lisanslama yöntemini kullanan bir işletim sistemi dağıtımı oluşturulmasına karar verildi.

Pardus projesinin hayata geçmesi 2004 yılı başında teknik ekibin çekirdeğinin oluşturulması ile başladı. Bu aşamada Türkiye’nin Linux geçmişi, mevcut ve planlanan dağıtımlar, açık kaynak ve Linux camiası ve girişimleri de göz önüne alınarak, var olan bilgi birikimi ve deneyimden en üst düzeyde yararlanmanın yolları arandı. Sonuçta ulusal işletim sistemi geliştirilmesinde görev alması en uygun kişiler Türkiye’nin dört bir yanından seçilerek TÜBİTAK UEKAE bünyesinde katıldılar.



2004 yılının önemli bir kısmı teknik alternatiflerin değerlendirilmesi ile geçti. Farklı Linux dağıtımları incelendi, mevcut dağıtımlardaki eksiklikler, olası gelişim alanları, yapılması gerekenler ve bunların iş gücü ve kaynak gereksinimleri irdelendi. Hedef kitlenin kim olacağı üzerinde beyin fırtınaları yapıldı, bunun sonucu olarak yol haritası alternatifleri belirlendi.

2004 yılı Ekim ayında bu teknik değerlendirmeler sonuçlandı ve yayınlanan Proje Ana Sözleşmesi ile amaç, yöntem ve takvim belirlendi. Pardus’un “bilişim okur-yazarlığına sahip bilgisayar kullanıcılarının temel masaüstü ihtiyaçlarını hedefleyen” bir işletim sistemi olmasına, “mevcut Linux dağıtımlarının üstün taraflarını kavram, mimari ya da kod olarak kullanmasına”, ancak “otonom sisteme evrilebilecek bir yapılandırma çerçevesi ve araçları ile kurulum, yapılandırma ve kullanım kolaylığı sağlamasına” karar verildi.

Teknik hedefi ve yöntemi belirlenen proje hızla ilerlemeye başladı ve 1 Şubat 2005 tarihinde ilk ürün olan Pardus Çalışan CD 1.0 yayımlandı. Projenin amaçları ve teknik yaklaşımı hakkında Linux camiası ve kullanıcıları bilgilendirmeyi amaçlayan Çalışan CD beklenenin üzerinde ilgi gördü. Sonrasında geliştirme daha çok özgün yenilik projelerine yoğunlaştırıldı ve nihayet 26 Aralık 2005′te Pardus’un ilk kurulabilir sürümü olan Pardus 1.0 Web üzerinden yayımlanmaya başlandı.

Kaynak : http://www.pardus.org.tr

100 olsa ne olur 200 olsa ne olur! Sonuç değişmez


GENELKURMAY Başkanı, gazetecilerin ısrarlı sorularına karşılık, bir gün önce 50 civarında olduğu söylenen terörist sayısını “En fazla 100 kişiydi” diyerek Çanakkale’de “revize etti”! Olayın olduğu ilk andan itibaren haber kaynaklarında “karakol baskını” algılaması ve sunumu varken; Habertürk ekranlarında “olayın farklı noktalarda olduğunu” ve “yüzler ile ifade edilecek” kalabalık bir grup olduğunu anlatmaya çalıştım. Bunu yaparken bir de not düştüm: Bu kadar kalabalık bir topluluk sınırı geçiyor ve “ne Amerikan, ne de yerli kaynaklardan bir bilgi geliyor”! Sevgili dostlar, ilk dakikadan itibaren ortaya attığım iddiayı destekleyerek tekrarlıyorum: Bu grubun ABD imkânları ile fark edilmemesi mümkün değil. Hani istihbarat paylaşımı vardı! Hani saldırıdan bir gün önce Genelkurmay tarafından yapılan açıklamada da belirtildiği gibi “paylaşım tam olarak” devam ediyordu!
Sonuç: Terörist sayısını “düşük göstererek” Genelkurmay ne yapmaya çalışıyor anlayamıyorum. Herkes gerçekleri bilsin ve öğrensin; istemedikleri zaman “ekranlarda gördüklerini bizlerle paylaşmıyorlar”. Bu gerçeği saklamak yerine askeri makamlar “olanı itiraf ederlerse”, Türkiye ve özellikle siyasi otorite gerekeni yapmak için önlem alır.

Türkiye ‘kendi uçağını yapamadığı’ sürece saldırılar bitmez

İSRAİL ile restleşme ve özellikle BM’deki oylama sonrası bu sayfada saldırı olmadan çok önce şu çağrıyı yaptım: Savunma ile ilgili bütün yerli dinamikler acilen harekete geçirilmeli ve Türk halkından da “gerçekler anlatılarak” birikimlerinden yararlanma talep edilmeli. Bu sabah özellikle “yüzlerce teröristi göremeyen” ABD-İsrail ekipmanı gerçeğiyle yüzleşmemiz sonrası çağrımı tekrar ediyorum: Türkiye “kendi ekipmanını” üretemediği sürece, bu saldırılar “artarak” devam edecektir. O ekipmanı size satan; “nerede zaafınız olduğunu” bildiği gibi “sizi nasıl uzaktan etkisiz” hale getireceğini de biliyor! Uyan Türkiye! Bu coğrafya “benim” diyorsan; kendi malını üretmek için vakit kaybetmeden adım at.
Not: Net bir çağrı yapıyorum: Türkiye savunmayla ilgili üretime yönelik net bir program hazırlayıp üretim aşamalarıyla ilgili harekete geçsin, bir vatandaş olarak 3 yıl aylık net gelirimin yarısını vermeyi buradan taahhüt ediyorum! Benim gibi düşünen her Türk vatandaşı da verecektir! Bağımsızlığın bir bedeli varsa, maddi-manevi ödemeye hazırız!

Şimdi PARDUS’u hatırlama-hatırlatma zamanı

DAHA önce yazdım. Bu günlerde “unutanlara” ve “ne diyorsun” diyenlere bir daha hatırlatıyorum: Yerli yazılım olmadan “asla olamayız”!
Peki “PARDUS” nedir? TÜBİTAK bünyesindeki UEKAE tarafından üretilen, yerli, yüzde yüz Türk aklı ile yaratılan Linux temelli işletim sistemi... Diyeceksiniz ki; UEKAE nedir? Ben de ilk duyduğumda çok şaşırmış ama “varlığından” dolayı mutlu olmuştum... Açılımı; Ulusal Elektronik ve Kriptoloji Araştırma Enstitüsü.
Peki neden PARDUS? Tamamen “yerli”, tamamı Türkçe ve en önemlisi internetten indirilebilir, ücretsiz... Bunlar ilk bakış ta “artıları ”... Hızlı, güvenli ve tu tarlı bir mantık içinde çalışması da işin hediyesi...
Sevgili dostlar, yazılım teknolojileri, “güvenliğimiz” açısından çok önemli... PARDUS şimdiden “devletin birçok kademesinde” yabancı kaynaklı yazılımlara “tercih edilmiş” durum da... Yerli “yazılım sektörümüzü” geliştiremezsek, bilgisayarlarımızın “arka kapıları” her zaman açık kalır. Size de tavsiyem “TÜBİTAK’ tan çıkan ve 2005’ten bugüne kullanılan yerli PARDUS”u denemeniz. Nereden bulacağım derseniz, son derece kolay: www.pardus.org.tr .
Son söz: Ekonomi, savunma, tıp ve bilgi teknolojilerinde bağımsız “olamayanlar” asla “tam bağımsız” olamazlar! Şimdi PARDUS’u hatırlama-hatırlatma zamanı

Yiğit BULUT